14 Ağustos 2012 Salı

nasıl diyor siz? "albüm raflarda yerini aldı"?

bu yazıyı yazmakta biraz geç kaldım gibi ama olsun, dönüşüm muhteşem oluyor blog işlerine. 4 ay kadar önce bir başka yazıda anlattığım kayıt macerasını hatırlayan hatırlar, hatırlamayanın canı sağolsun (bak link filan var orada). işte o kadar zamandır ha çıktı ha çıkacak diye bana kurdeşen (Güntaç'a kimbilir daha neler) döktüren albüm temmuz sonunda pat diye çıkıverdi nihayet.
Güntaç'tan albümün ilk fotoğrafı :)

22 mayıs'ta albümün İstanbul lansmanı Jolly Joker Balans'ta gerçekleşti. peşinden 27 mayıs'ta da If Performance Hall'da Ankara lansmanı. iki konser de birbirinden şahane geçti. daha piyasaya çıkmamış bir albümün lansman konserlerinin böylesine dolu geçmesi beni şaşırtmadı diyemem. üstelik seyirci de albümü çoktan ezberlemiş gibi eşlik edip eğlendi. 


özet olarak böyle bişi oldu :)


ankara'da da bu şekil ;)


albümden 2 hafta kadar önce de ilk klip çıktı tabii bu arada, albüme adını veren Benimle Yan'a ait. buyrun:

nassı ama?

biraz ters gidiyor olabilir miyiz? galiba :) 

yukardaki fotoğrafta dikkatinizi çekti mi bilmem, albümün şu an piyasada bulunan hali "sınırlı sayıda özel baskı" olup içersinde minik bir kitapçıkla gelmektedir, bu baskı bitmeden almanızı tavsiye ederim. içinde olduğumdan mı bana öyle geliyor bilemiyorum ama çok emek verilmiş, uzun süre sabredilmiş, içe sinene kadar uğraşılmış, aceleye gelmemiş bir iş bu. herhangi bir kalıba uymaya, kimseye benzemeye çalışmayan, Güntaç'ın içinden geldiği gibi bir iş. şimdiden tv, gazete ve dergilerde adı geçmeye, kendisi görünmeye başladı. sosyal medyayı hiç karıştırmıyorum bile.

albümü beklerken kurdeşen dökmüştük ya hani? hah, şimdi de konserleri beklerken dökeceğiz bir miktar :) olsun ;)



"biraz daha" ;)

z.

not: başlıkta bahsi geçen raflara gitmeye üşenenlere büyük hizmet: http://www.dr.com.tr/Muzik/Benimle-Yan/Guntac-Ozdemir/Albumler/Turkce-Pop-Rock/Pop-Turkce/urunno=0000000408430

aaaand this just in: 17 Ekim'de İstanbul Jolly Joker'de konser var! biletleri de burada, bekliyoruz!

21 Haziran 2012 Perşembe

orijinalinden iyi yorumlar vol.3

bazı şarkıları neden sevdiğinizi bilemezsiniz. o an içinde bulunduğunuz durumla da hiç alakaları yoktur halbuki ama gün olur, devran döner, o şarkı yerine 'cuk' diye oturuverir. birden bire kafanızda çalmaya başlayıverir. sizin beste yapmaya, söz yazmaya başlama zamanınız geliverir...

işte bu da öyle bir şarkı. aslında tam anlamıyla cover sayılmıyor belki önceki örnekler gibi. Nilüfer'in 12  rock şarkıcısı/grubuyla oluşturduğu 12 Düet albümünden favori parçam budur:


Nilüfer ft. Cingi - Unut Gitsin (2011)

daha önceki yazılara konu olan parçalar gibi, bunu da önce ikinci versiyonu dinleyerek keşfetmiş oldum. açıkçası ilk hali bende ikincisi gibi tüylerimi diken diken eden etkiyi yaratmadı. takdiri size kalmış elbet, buyrun:


Nilüfer - Unut Gitsin (1997)

şarkılar bekler...

z.

8 Haziran 2012 Cuma

nice to ''know'' you...


bundan nereden baksan 8-9 yıl kadar önce bir barda tanımadığım 30 küsür yaşında bir adam bana aynen şunu dedi:

''günün birinde, belki 27 yaşına geldiğinde, insanları kitap gibi okuyacaksın. kim ne diyor, onu derken aslında ne demek istiyor anlayacaksın.''

konu buraya neden ve nereden gelmişti, bu lafı satmak için neden beni seçmişti ve neden 27 bilinmiyor. şimdi 28 yaşındayım, bahsi geçen olgunluğa az çok eriştiğimi düşünüyorum ''yılların tecrübesi''yle, büyük konuşmuş olmak istemem.

bildiğim -ve son zamanlarda aklıma düşüp duran- şeyse şu; dostluk denen şey en basit tanımıyla
karşındakini tanıdığına pişman olmamak
ve daha da önemlisi
karşındakini seni tanıdığına pişman etmemek
üzerine kuruluyor.

belki de sadece buna dikkat etmek yeterli, gerisi geliyor.

çoğu zaman birileriyle tanışırken ''memnun oldum'' demeyi saçma bulmuşumdur zira o an sadece adını öğreniyorum. ''tanışmak'' ise ayrı bir hikaye.

''merhaba'' demeyi yeğlerim, sonrasını zaman gösteriyor.

6 Haziran 2012 Çarşamba

just wait...


burayı ihmal etmişim biraz
kim bilir nerdeydi aklım
hâlâ da dönmüş sayılmaz
yine de meydanı boş bırakmayalım

19 Nisan 2012 Perşembe

Hayranlarını kızdırmak pahasına... 29.03.12 Yasemin Mori @ If Performance Hall

Ne zaman gittiğimi hatırlamadığım, lakin Hayvanlar albümünün yeni olduğu zamanlara denk geldiğini bildiğim bir Yasemin Mori konseri var aklımda. Bir arkadaşımın tavsiyesi ve TV’de dönen ilk klibinin bizim müzik televizyonları ve o günün piyasası açısından orijinalliği önce albümü edindirmiş sonra da beni bu konsere sürüklemişti...ve sonuç hüsrandı. Yine If Performance Hall’da izlediğim bu konserde, Mori, mekanın o zamanki tonmeisterı Bülent’in ustalığı ve mekanın yerlisi olmasını yabana atıp kendi tonmeisteriyle seste büyük problemler yaşamakla –ve tabii seyirciye de yaşatmakla- kalmamış, albümü oluşturan dokuz parçanın dokuzu da çalınıp nihayete erdiğinde saat henüz “seyirci tatmini”ni göstermediğinden tekrar tuşuna basılmış gibi başa dönmüştü. Takdir edersiniz ki o an terk ettim olay yerini...

Halbuki o albüm ne de güzel ve ne de arabalarda geceleri yüksek sesle dinlediğimiz, üstüne bir de bağıra bağıra eşlik ettiğimiz bir albümdü. Hatta benim hayatımda çok "sakat" bir döneme denk geldiğinden, milli marş muamelesi görmüşlüğü bile vardı. İlk dinleyişte tanımımı “Nil Karaibrahimgil’in karamsar olanı” gibi basitleştirmiş ve işte bu konserde de o karanlık ve derin karakteri görmeyi beklemiştim. Onun yerine, belki de ilk albümün heyecanıyla elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen bir Yasemin Mori çıkmıştı karşıma. Hadi bu halini o zamankini acemiliğe verdik diyelim. Ne de olsa bir müzisyenin performansı "stüdyo müzisyenliği" ve "sahne müzisyenliği" diye ikiye ayrılmaktaydı benim kafamda ve Yasemin Mori ilk kategorideydi (ben de ikinci kategoriye giriyorum üzerinize afiyet, öyle diyorlar :)). İşte 29 Mart Perşembe gecesi de bu fikrimi doğrulamakla kalmadı, bir adım ileriye taşıyarak bir konserine daha –zorunda kalmadıkça diyeyim de büyük konuşmuş olmayayım- en azından hür irademle gitmeyeceğimi garantilemiş oldu (hatırlı dostlar çağırırsa bakarız).
Konserin bir noktasından –ki belki 3 veya 4. parçadan sonrasından- itibaren, baştan sona içerde durmaya değecek bir performans olmadığını anlayıp kendini dışarı atan arkadaşlarla ortak kararımız “sanki Yasemin Mori’ye değil de tribute grubuna, hem de kötüsüne gelmişiz gibi” olduğuydu. Sanki Yasemin Mori Ankara’ya tek başına gelmiş, ekibini –ki hepsi kendi alanında hatırı sayılır adamlar bildiğim kadarıyla- burada son dakikada toplamışlar gibiydi. Sanki Yasemin Mori de bunun stresini atlatmak için biraz alkollü (?! bkz. naif yaklaşım) çıkmış gibiydi. 
Sanki ve gibiler daha sıralanabilir elbet lakin tespitlerim buradan sonra epey yokuş aşağı gidecek gibi. Parçaların trafiklerinin (söz nerede bitiyor, nakarat nerede başlıyor vs.) takip edilememesinden tutun da, artık kendini duyamamasından mıdır bilinmez, sesini kontrol edememesi ve detone olması, iki parçanın arasında “eee?” dedirten cinsten uzuuun boşluklar olması derken bütün o sevdiğimiz şarkılar çöpe gitmiş gibiydi konser bittiğinde. Daha önce duymadığımız yeni şarkılarla birlikte üstelik...yazık oldu valla.
Yine de If, Perşembe günlerinin alışılmış insan sayısına az çok ulaşmış, içerde her parçaya –nasıl becerdilerse- eşlik edebilen bir hayran kalabalığı bulunuyordu. Bu nispeten sevindirici tabii. Ama gecenin sonunda bu hayal kırıklığı da kafama kazınmıştı artık. Demek ki neymiş? Bundan sonra sadece kaydı dinlenecekmiş bu albümün, canlı dinlemeye, izlemeye heves edilmeyecekmiş. 
Ne benim haddime, ne de onun umurunda ama Yasemin Mori’ye üçüncü bir şans verir miyim bilinmez, zira ikincisi de hor kullanılmış gibi hissediyorum...naçizane hissiyatımdır elbet, kimseyi bağlamaz.

Bir dahaki konsere kadar...saygılarımla,


Z.


not: konserin hayal kırıklığına dönüşmesi sonucu fotoğraf çekme hevesim pek kalmamıştı doğrusu. işbu nedenle hz. google'dan arama yaparken şans eseri flickr'daki setine denk geldiğim Onur T.'ye teşekkürü borç bilirim, aynı gün aynı mekanda bulunmuşuz belli ki (ama onun yeri benimkinden iyiymiş). eline, gözüne sağlık, yazım kel kalmadı sayesinde.

bitirirken: bu çalıyordu 


''ya benimsin ya da ölüsün
budur tek söylediğim''

17 Nisan 2012 Salı

A.E. yazıları vol.4 - Kral, Kraliçe için Ankara’daydı: Freddie Mercury & Queen Tribute Night by Cingi

- önsöz - 


bundan 2 önceki yazımda ankara events sitesinin roketlediğini iletmiştim lakin beni mahcup etmeyi başardılar ve geri döndüler. gel gör ki Ankara'nın etkinlik programına yetişemedikleri, bazı yerleri, bazı etkinlikleri atladıkları fikrim halen sabit. son yazdığım - Yasemin Mori konseri ile ilgili - yazıyla ilgili dönüş yapan ise halen yok. işbu nedenle buradan devam. 


bu arada bu yazının zamanlaması ise güzel denk geldi zira az sonra okuyacağınız (okursunuz heralde...dimi lan?) konserin tekrarı bu cumartesi (21 Nisan gecesi) yine Crossroads'da cereyan edecek.


yazının sonunda kaynamasın diye başında yapmayı uygun gördüğüm duyurunun ardından 28 Ocak 2012 tarihli Freddie Mercury & Queen Tribute Night by Cingi konserini takiben yazdığım yazı aşağıdadır.


Taçlara, armalara, bayraklara, kısacası kraliyete olan ilgim (fanatizm boyutlarında) –blogun adından da anlışalacağı üzere- bilinir. Aynı zamanda rock müzik seven ve icra eden biri olarak bir yandan Queen hayranlığım olması tesadüf olmamalı. Her ne kadar birini diğeriyle açıklamışlığım olmasa da taşlar yerlerine güzelce oturmuş ve beni ben yapmıştır denebilir.

Ne yazık ki müzik bilgim ve ilgim artıp da Queen’in azametinin farkına vardığımda Freddie Mercury çoktan aramızdan ayrılmıştı. Grubun geri kalanının onun yerini doldurma çabasını hep manasız bulmuş ve sinirlenmişimdir. En açık oturum muhalifi tavrımı takınıp işaret parmağımı havada hızlıca sallayarak “Paul Rodgers’la, Adam Lambert’la olacak iş değil bu Sayın May!” diyesim gelir Brian May’e gözlerimi belerterek. Bir yandan onun anısına düzenlenen pek çok organizasyonda iyi kötü çok sayıda Freddie Mercury taklitçisi huzurumuza çıkmıştır. “Taklitçi” kelimesi kulağa hoş gelmese de Türkçe’de bu işin başka bir karşılığı olmamasına sığınarak devam ediyorum ve Türkiye’de bu işi en iyi yapan adamdan bahsetmek istiyorum biraz.
Geçtiğimiz Aralık ayında Queen davulcusu Roger Taylor’ın, Queen’in 40. Yılı şerefine düzenlediği Queen Extravaganza yarışmasında finale kalan vokallerden biri Selçuk Sami Cingi. Gönül isterdi ki kazanan da o olsaydı zira öyle bir durumda bunca yıldır birileri ne zaman bir Freddie taklitçisinden bahsetse cevaben Selçuk Sami’nin videolarını göstermiş olmaktan çok acayip pay çıkarırdım kendime, “ben demiştim” diye, doğruya doğru şimdi. Kendisiyle nasıl tanıştık, nasıl muhabbet etmeye başladık, o kısımlar biraz bulanık ama tabiri caizse “deli deliyi dakkada bulduğundan” Cingi’nin işlerini takip etmekte vakit kaybetmemem şaşırılacak şey değil.

Şu aşamada Selçuk Sami Cingi ve grup olarak Cingi tarihine girmeden konser izlenimlerimi yazsam daha iyi olacak aksi takdirde amaçtan uzaklaşmış olacağım. 28 Ocak Cumartesi gecesi Crossroads Live’da gerçekleşen konser öncesi havanın durumu gözümü korkutmadı diyemem lakin gerek Queenseverler için mühim bir tarih olan 24 Kasım, gerekse fırsat bulduğum her an ne zaman Ankara’ya geleceğini sorduğum, soruşturduğum Cingi’yi kendi şehrimde, hem de Freddie Mercury & Queen Tribute (buna da ‘hürmet konseri’ mi deseydim?) konserinde kaçırmam büyük ayıp olacaktı.
Crossroads Live yeri itibariyle zaten gidip gitmemeyi düşündürücü bir mekan malum (Alacaatlı yolu, Çayyolu) ama daha önce Pamela konserinde arkadaşlarla test ettiğimizden, eğlence anlamında hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyordum. Fakat yine de eleştirilecek tarafları yok değil. Bunların ilki mekan girişinin çok küçük oluşu. O gece –ve daha önce Pamela konserinde de- içeri alınan insan sayısını göz önüne aldığınızda arkasında vestiyer de bulunan küçük bir bankonun, önünde bilet almak, mont vermek için bekleyen maksimum 8 kişi artı güvenlikle birlikte anca sığacağı kadar bir giriş, hava eksi bilmemkaç dereceyken dışarda bekleyenlerden biri olduğunuzda fena halde can sıkıcı.
İçeri alınan insan sayısı demişken, Cingi’den Queen şarkıları dinlemek ve hep bir ağızdan söylemek için onca yolu kış, kıyamet dinlemeden tepen –bizim gibi- insanlar olduğunu görmek güzel ama özellikle bu tip konser organizasyonlarında sınırlı bir bilet sayısı olması taraftarıyım. Bir önceki yazımda da değindiğim üzere ne çok kalabalık ne de boş olmalı bir konser mekanı. Ben sürekli olarak sağımdan, solumdan beni ittirenlerle ters ters bakışmaya, kimi zaman tek ayağımın üzerinde zar zor dengede durmaya çalışmaya bayılmıyorum şahsen, sizi bilmem. İçki almaya giden arkadaşınız cepheye gider gibi “Belki de dönemem” der mi? O gece dedi valla. Belki de radyo reklamlarında duyurulduğu üzere “sınırlı sayıda” biletler vardı ama o sınır başka bir mekanın kapasitesine göre belirlenmiş gibiydi. İşte bu nedenle birkaç parça sonra – 1-2 iyi fotoğraf çekebildiğime inandığımda- aşağıda kalıp ‘Crossroads seri katili’ diye anılmak yerine yukarı çıkıp konseri iki ayrı perdeye yansıtılmış projeksiyondan takip etmeyi tercih ettim. Belki de normal program olan günlerde bu denli kalabalık olmuyordur, mekanın hakkını yemiş olmayayım ama bu konserde gerçekten de fazla seyirci vardı. İşin iyi tarafı, bu seyircinin gerçekten de Queen seviyor olduğunu ve Cingi’yi beğendiğini görmekti. Crossroads Live’a da bir sonraki etkinlikte bir şans daha vermek lazım elbet.
Yine de eğlen(e)medim diyemem. Önemli olan kalabalık değil müzikti zira. Favorim Queen parçaları arasında ilk beşe hiç düşünmeden koyacağım Killer Queen’in introsuyla sahneye gelinmesi bile yeterliydi bana sorsanız. Ama tabii ki setlistin geri kalanı da çok iyi seçimlerden oluşuyordu. Ben şarkıları biliyorum diye mi öyle geldi bilemiyorum ama kenarda köşede kalmış, pek bilinmeyen bir şarkı çalınmadı diyebilirim. One Vision’la bomba gibi başladı gece ve ara vermeden sergilenen performansla seyirciyi hiç kaybetmeden sonuna kadar götürdü Cingi. Selçuk Sami’nin Freddie Mercury & Queen Tribute’unu “inandırıcı” kılmak için o meşhur beyaz pantolon ve sarı cekete ihtiyacı yok. Gözünüzü kapattığınızda rahmetliyi hayalinizde canlandırmak için Selçuk Sami’nin o şarkıları hissettiğini, adeta yaşadığını anlamanız yeterli. Queen’in albümlerinde duyduğunuz yoğun geri vokallerin sahnede icra edil(e)miyor olmasına rağmen eksikliğini hissettirmemeyi başardı. Gerek enstruman gerek sahne hakimiyeti, gerek dinleyici gerek grubuyla olan başarılı iletişimiyle güzel Türkçe’mizde yine tek kelimelik bir karşılığı olmayan ‘frontman’lik kavramının içini gayet iyi dolduruyor.
Zamanında çok değerli bir müzisyen dostum “Elbette ki birilerinden etkileneceksin, önemli olan bu etkiyi kendi özünle sentezleyip ortaya bambaşka bir şey çıkarabilmek” demişti. İşte Selçuk Sami Cingi de bu düsturu takip etmiş gibi. O sayede bize ucuz, kötü bir taklit değil, inanılmaz, unutulmaz bir performans sundu. Her zamanki gibi. Gitar daha fazla duyulsa iyiydi gerçi ;).
Not: İkinci albümünün çalışmalarına devam eden Cingi’yi şu adresten takip edebilirsiniz: http://blog.cingionline.com/
Saygılarımla,
Zeynep T.


- sonsöz - 

bu haftasonu gerçekleşecek konserin afişi de aşağıdadır. yukarda okuduklarınız ışığında gitmeye karar verirseniz önceden rezervasyon yaptırmanızı şiddetle tavsiye ederim, afişte telefon numarası da var göreceğiniz üzere. gideceklere şimdiden iyi eğlenceler dilerim, belki orada karşılaşırız.

13 Nisan 2012 Cuma

A.E. yazıları vol.3 - Özel Bir Takım Oyunu, Multitap

12 Ocak 2012'de gerçekleşen Multitap, If Performance Hall konserini takiben yazdığım yazı...



If Performance Hall bir dönem evim gibiydi. Eski grubum Radyo’yla çarşambaları çalmaya başlayıp sonrasında cumartesi gününe terfi ettiğimiz dönemde gece hayatı anlayışım da If Performance Hall çevresinde şekillenmişti diyebilirim. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz -hatta bazen daha atamadan- tanıdıklarla selamlaşmaya başladığım, evimin mutfağıymış gibi bardan içki almaya gittiğim, sahnede arkadaşlarımı izlediğim güzel bir dönemdi, çok da eski değil, bundan 4 yıl kadar önce galiba (eski/yeni de göreceli kavramlar tabii). Sonra ne oldu bilmiyorum ama aşağı yukarı her mekan için geçerli olan ‘buranın da devri kapanır yakında’ lafı If için hiç geçerli olmadı, beklentinin aksine her geçen gün biraz daha kalabalıklaşan bir mekana dönüştü. Sanıyorum o sıra bahçesinden öteye adım attırmayan söz konusu kalabalığından sıkılıp izlemek istediğim pek çok müzisyen gelmiş olmasına rağmen If ziyaretlerimi seyrekleştirmiş olmalıyım.


                                               
Ama ‘eve’ dönmek için güzel bir vesile seçtim geçen hafta. Yılbaşı öncesi başka bir şey ararken D&R’da rastladım Multitap’in ikinci albümüne. Sessiz sedasız mı çıkmış yoksa ben mi bu ara kendi derdime düşüp kaçırmışım onu bilemiyorum ama albümü görmek sevindiriciydi. Açık konuşayım, ilk albümün çıkış parçasının kendisi bir yana, adını (Battaniyem) duyduğumda biraz küçümsemiştim grubu, kimdir nedir bilmeden ‘hah yine çıktı abuk subuk, özenti birileri’ gibi bir önyargım olmuştu. Ama ‘Çıbık’ın klibini takiben ilk albümün tamamını dinlediğimde ‘tez bu şarkıların hepsine klip çekile!’ dediğimi hatırlıyorum.
                                                                              
Şimdi o çok eğlenceli ilk albümün (Takım Oyunu) devamının geldiğini görmek hoşuma gitti doğrusu. Ülkemizde yaygın ‘sound’un dışında seyretmeyi, ağlamaklı aşk ve yalnızlık şarkıları yapmamayı tercih etmiş grupların, piyasa şartları karşısında yılmadan yola devam ettiğini gördüğümde sanki çocukları ben gaza getirmişim de öyle çıkmışlar gibi seviniyorum. Bana ne oluyorsa? Neyse işte, çok geçmeden If Performance Hall’un Multitap afişini de görünce bir de yakından görmeye gitmek farz oldu.
                                                                             
İkinci albüm, Özel Birisin’i konserden 2 gün önce dinlemeye başladım ama gününü ofiste geçiren biri olarak çok verimli dinleme seansları olduğunu söyleyemem. Yine de dikkatimi çeken ilk parça, albümün açılış parçası olan ‘Kızın Annesi’ oldu. İlk albümün fırlamalığını devam ettiriyor. Grubun davulcusu Ali Cihan’ın seslendirdiği Ci ise mızıkalı western havasıyla ilk etapta hafiften Gorillaz’ı andırsa da sözleriyle yarattığı etki Multitap’in ‘güldürürken düşündürme’ fonksiyonuna hizmet ediyor. Konserde seyirciden aldığı reaksiyon nedeniyle tekrarlanan Ben Anlarım da sözleri itibariyle acıklı ama müziğiyle dinleyiciyi ters köşeye yatıracak kadar sevimli ve umut verici.
                                                                              
Kendimi Multitap’in albümleriyle şarj edip geçtiğimiz perşembe If’e gittiğimde kapıda karşılaştığım eski dostlardan Gökhan, beni tanıyamadığı 2 saniyenin ardından “Nerelerdesin? 3 yıldır yoksun heralde?” demek suretiyle suçumu açıklamış oldu. Ben de arayı ne kadar açmışım onu öğrenmiş oldum. Gak guk ederek kendimi bu mahçubiyetten sıyırmayı başarıp içeri girdiğimde içersinin tam da benim sevdiğim, ideal kalabalığa sahip olduğunu gördüm, ne boş, ne de tıklım tıklım, şahaneydi. Konseri beklerken insan sayısı biraz daha arttı elbet ama rahatsız edici boyutlara ulaşmadı gece boyunca.
                                                                             
Multitap’i ilk kez canlı seyredecek olmanın verdiği merak yerini tatmine bıraktı konser başlayınca (bunda açılışı ilk albümdeki favorilerimden Ben Hep Burdayım’la yapmalarının da etkisi olabilir). İki albümden de sevilen parçalarının yanı sıra M.F.Ö., MGMT ve Oasis gibi gruplardan birkaç coverı da içeren yaklaşık 2 saatlik setlistleri ile gayet eğlenceli bir gece geçirttiler dinleyenlere. Seyirciyle iletişimleri de gayet başarılıydı, bekledikleri tepkileri de aldılar diye düşünüyorum. O gece If’te oraya sırf dışarı çıkmış olmak için gelenlerden ziyade Multitap’in kendi dinleyicisinin olduğu, her şarkıya eşlik etmelerinden belliydi.
                                                                              
Yaptıkları parçalar itibariyle sevimli ve sempatik adamlar olduklarını tahmin ediyordum zaten, o gün şans eseri öğrendiğime göre aslında bu onları ilk görüşüm de değilmiş aslında zira grup Multitap olmadan önce Bedük’le çalışıyormuş ve ben de onları 2007’de Rock N’Coke’da izlemişim. Laf olsun diye söylemiyorum, o zaman da -özellikle vokalleri Selim Siyami Sümer’in- pozitif enerjisini fark etmiştim. O zaman da Bedük bir yana, grup çok eğleniyordu ki bu seyirciyi eğlendirmenin ilk kuralıdır zaten. İki albümlü grup olmak bir şey değiştirmemiş gibi. Hala aynı samimiyet mevcut Multitap bünyesinde. Canlı izleme fırsatı bulduğum pek çok gruptaki ‘havalı’lık bu adamlara pek bulaşmamış, onlar hala bizden biri. Arkadaşlarına çalan bar grubu gibiler, bulundukları konumu sindirebildikleri kanaatindeyim. Yakınlıklarını o kadar hissettiriyorlar ki konseri takiben kulise gidip yanlarına otursanız kim olduğunuzu sormayacaklar, muhabbete sizi de hemen katacaklar sanki. Gitse miydim acaba? Bir dahaki sefere gideyim en iyisi...
                                                                              

Not: Grup, ismi itibariyle Google’da sizi oyun konsollarına filan götürebilir o nedenle konser tarihlerini, röportajlarını, fotoğraflarını, haberlerini takip etmek için buradan buyrun https://twitter.com/#!/MultitapMusic

Bir dahaki konsere kadar,

Zeynep T.


Not: Bu yazının yayınlanmasını takiben grubun solisti Selim Siyami Sümer'le az da olsa iletişme şansım oldu. Gruba halihazırda duyduğum sempatiyi arttırmayı başardılar o günden bugüne. Kendisiyle paylaşıp da yazıya sığdıramadığım fotoğraflara buradan ulaşılabilir. Bir dahaki konserde de kulise hunharca dalma hakkını kazandım galiba. 


12 Nisan 2012 Perşembe

A.E. yazıları vol.2 - Degisik bir oyun...Aslında bildigimiz bir oyun. “Konu: Ask”

- önsöz -


gün geçmiyor ki bir kehanetim daha doğrulanmasın arkadaş! ankara events sitesi şekilde göreceğiniz biçimde nanaykent'e gitmiş anlaşılan. neyse sağlık olsun, her lokal havadis sitesinin başına gelebilir...




neyse ki hazırlıklıydık malum. buyrun efendim 17 Aralık Cumartesi günü sergilenen Konu: Aşk oyununu takiben yazdığım yazı aşağıdadır.



Lise ve üniversitede tiyatroyla uğraşmış, küçük, büyük çeşitli roller almış, üniversitede tiyatroyu ders olarak görmüş, hatta ailesinde tiyatrocular olan biri olarak tiyatroyu yakından takip eden veya sık sık temsillere giden biri olmamışımdır asla, itiraf ediyorum. Fakat bu oyunu kaçırmam mümkün değildi.
Bundan iki ay kadar önce hayatıma girmiş ve tangoyla tanıştırmak suretiyle bana yeni bir sayfa açmış olan Tangoloji Dans Stüdyosu’nun genç ve başarılı eğitmenleri bu oyunda rol alıyorlar. Onlar sayesinde bu oyundan hazırlık aşamasından beri haberdardım ve 17 Aralık Cumartesi akşamı oyunun galasında orada olmamak olmazdı.






                                              
Dans ve tiyatroyu ayrı ayrı görmüşlüğüm elbet vardı fakat ilk kez bir dans tiyatrosu oyunu ile karşı karşıya olduğumdan net bir beklentim olmadığını söylemem gerek. Beklentiden ziyade ne göreceğimin merakıyla Başkent Oyun Atölyesi Gösteri Sanatları Merkezi’ne geldim. Farabi’deki bu sıcak mekana yabancı değildim. Daha önce başka bir etkinlikte tanıştığım bu küçük sahne, 70 kişilik bir topluluğa gösterim yapıyor. Bu tip küçük salonları büyüklerinden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Gösterimde her ne olursa olsun seyircinin azlığı ve mekanın küçüklüğü bende evimin salonunda oynanıyormuşcasına bir samimiyet hissi yaratıyor.
                                               
Oyun aşağı yukarı 1 saat sürüyor. Süre bu olunca antrakt da söz konusu değil ve olmasını da isteyeceğinizi sanmıyorum zira ara verilse dansın yarattığı akıcılık kesintiye uğrarmış gibi geliyor. Gerçi nerede kaldığınızı unutmanız mümkün değil, ne de olsa hepimizin bildiği bir konu bu, AŞK.
                                               
Senaryosu ve tiyatro uyarlaması Caner Kuzu’ya ait, Adem ve Havva’nın cennetten düşüşü üzerine kurulmuş “Konu: Aşk”, tamamen danstan ve Şeytan’ın (Kamil Livatyalı) esprili tiradlarından ibaret değil. Seyirciyi cennete ve cehenneme götürmenin yanı sıra arka planı oluşturma ve konuyu bağlamaya yarayan kısa sinevizyon gösterimleri ve projeksiyonları da içeriyor. Profesyonellerle kıyasla tiyatro işine “azıcık” bulaşmış sayılacak biri olarak bu görüntüler üzerinde biraz daha çalışmaya gerek olduğunu düşündüm. Biraz aceleye gelmiş, o an elde ne varsa o kullanılmış gibiydi sanki. Daha gerçekçi ve daha kısa olmak suretiyle daha etkili olabilecek kısımları vardı lakin yine de amaca hizmet ettiği şüphesiz. Anladık mı? Anladık. Önemli olan da buydu.
                                              
Sahnenin bahsettiğim küçüklüğünden kaynaklanan ufak bir problem vardı maalesef, oyuncularda -bu durumda dansçılarda- aydınlık alanın dışında kalma problemi. Sanıyorum dans ederken, bir tirad ya da diyalog sırasında olacağı kadar nerede durduğunuzu kontrol etme şansınız pek olmadığından, koreografinin sahnenin önünü işaret ettiği anlarda bir anlık da olsa karanlıkta kalmak kaçınılmaz oluyor. Yine de ışıklar –ve müzik tabii ki- oyunun gidişatıyla sorunsuz bir senkron içersinde yönetildi. Masanın başındaki arkadaşı da tebrik etmek gerek.
                                               
Hikayeye fazla bulaşmak istemiyorum aslında zira bütün oyunu anlatmış olabilirim tek bir cümleyle (tabiri caizse “spoiler vermek” istemem) ama o akşam o salonda olan herkesin bildiği, belki de yaşadığı bir hikaye vardı sahnede. Sadece görmedikleri bir şekilde, bambaşka bir estetikle anlatılıyordu. Dans konusunda uzman değilim kesinlikle ama iyi bir izleyici olarak Yıldız Çankaya gerçekten güzel bir iş çıkarmış diyebilirim. Gizem Yıldırım, Emrah Sargın ve Ece Alptekin ağızlarından bir kelime bile çıkmadan gayet güzel anlattılar her şeyi bize. Müzik seçimleri de gayet başarılıydı.
                                               
Benim bu oyuna asıl gelme sebebim sayılabilecek Tangoloji eğitmenleri Selen Sürek ve Alper Ergökmen’in performanslarını tarif etmek içinse kelimeler kifayetsiz kalıyor. Hayatıma birden bire, beni bile şaşırtacak hızla girip yayılan tangonun, böylesine isabetli seçilmiş eserlerle bu kadar güzel icra edildiğini görmek Konu: Aşk’ı benim için başka bir seviyeye taşıdı. Sabırsızlıkla beklediğim o an geldiğinde, deyim yerindeyse ‘iblisler’ sahneyi cehennem ve tango ateşi ile yaktığında “ne iyi ettim de geldim” dedim.
                                               
Dans tiyatrosuyla tanışmama böyle güzel bir örnekle vesile olduğu için başta Caner Kuzu olmak üzere tüm Konu: Aşk ekibine teşekkürü borç bilirim. Basit ve akıcı kurgusu, itinalı ve isabetli seçilmiş kadrosu ve muhteşem danslarından ötürü bu projenin bir parçası olan herkesi tebrik ederim. Şimdi size 24 Aralık Cumartesi ya da 30 Aralık Cuma akşamı Başkent Oyun Atölyesi Gösteri Sanatları Merkezi’ne gidip kendi gözlerinizle görmek kalıyor Konu: Aşk’ı.
                                               


Bir dahaki oyuna kadar,

Zeynep T.

- sonsöz -

Not: "Konu: Aşk" şu sıralar sergilenmiyor fakat Başkent Oyun Atölyesi'nin diğer oyunları ve merkezlerinde verilen eğitimlerle ilgili bu sayfadan bilgi edinebilirsiniz: http://www.baskentoyunatolyesi.com

Bir diğer not: Şayet bu yazıyı takiben tangoya karşı ufaktan bi sempati beslemeye başlarsanız da şu siteyi ziyaret edebilir, Ankara'da ikamet etmekteyseniz ders programlarını gözden geçirebilirsiniz: http://www.tangoloji.com/

10 Nisan 2012 Salı

A.E. yazıları vol.1 - Mor ve Ötesi'yle Üçüncü Türden Yakınlasmalar


28 Kasım 2011 - 25 Kasım tarihli Mor ve Ötesi Jolly Joker konserinin ardından


Öncelikle belirtmek isterim ki Ankara Events sitesine ilk yazacağım yazı az sonra bahsedeceğim konserle aynı gün olması planlanmış ve fakat –anladığım kadarıyla- mekanla çıkan bir problemden ötürü iptal edilen Redd konseri üzerine olacaktı. Ben bu konseri ve yazacağım yazıyla ilgili toplayacağım muhteşem gözlemleri tahayyül ededurayım, acı haber geldi ve hafta sonu planlarımız bir anda yön değiştirdi. Ankara’nın İstanbul’u aratmayacak yoğunlukta olduğunu söyleyebileceğim geçtiğimiz cuma gecesi -25.11.11- (Bedük, Ozan Doğulu, Gülşen, Hakan Altun ve Müslüm Gürses de başka mekanlardaydılar), Redd’e alternatif olabilecek seçenek elbette ki Jolly Joker’de sahne alacak olan Mor ve Ötesi’ydi.
Konser sırasında bu grupla geçmişimi şöyle bir düşündüm de, arada unuttuğum yoksa bugüne kadar 5 konserlerinde bulundum. “Unuttuğum yoksa” dememin nedeni neredeyse hiçbirinde esas amacımın onları dinlemek olmamasıydı. İlkinde İzmir Fuarı’nda bir açıkhava konserinde denk gelmiştim, o zamanlar sanıyorum Mor ve Ötesi’nin “Daha Mutlu Olamam” dönemiydi. Fuarda gezmek amaçlı orada olduğumdan grubu çok da ciddiye almamıştım açıkçası, öyle ki bu buna ‘galiba orada dinlemiştim’ diyorum. Bir sonraki deneyimimdense gayet eminim zira Mor ve Ötesi’ni okulum Hacettepe’ye getiren ekip içersindeydim. Lakin utanarak söylemeliyim ki yolda görsem tanımazdım kendilerini o sıralar. Sanıyorum “Yaz Yaz Yaz” dönemleriydi. Bir diğer karşılaşmamızı Mor ve Ötesi’nin sitesine bakarken hatırladım ne yalan söyleyeyim, 2006’da Efes One Love Festival’da rastlaşmıştım kendileriyle. Burada da amacım Morrissey dinlemek olduğundan bitirmeleri için sabırsızlanır haldeydim.

Son iki konserde ise bilinçli bir şekilde Jolly Joker’daydım ama biri şans, biriyse şanssızlık sonucu. Şanssızlık derken yazının başında belirttiğim iptalden bahsediyorum elbet. Şans olanı ise Jolly Joker Ankara’nın 23 Eylül’deki açılış konserine iki VIP bilet alan bir arkadaşımızın, işi çıkınca biletleri bize hediye etmesi sonucu gerçekleşmişti. Fakat Mor ve Ötesi malesef bizim kadar şanslı değildi o gece zira Jolly Joker “ilk gece sıkıntıları”nı yaşıyordu ve günün talihlisi (!) de Mor ve Ötesi olmuştu. Cehennem sıcağının daha iki kat yukardaki girişten itibaren hissedildiği konser salonunda ses sistemi de arızalanmış, bu nedenle konserin –belki de yapılması planlanmamış- ikinci yarısı geç ve davulsuz, davulcusuz başlamıştı (ben de “Kerem Kabadayı da havadan para kazandı bu akşam ha” gibi talihsiz bir espri yapmıştım, üzgünüm). Neyse ki sevenleri konseri sonuna kadar götürmekte kararlıydılar ve grubun erkenden kaçmasına izin vermeye de niyetleri yoktu ki şarkılara canla başla eşlik ederek konserin ikinci yarısını el birliğiyle çıkarmış oldular. Neyse, “ilk elin günahı olmaz” demişler.

Hem Jolly Joker Balans’ı (İstanbul) hem de bu mekanın Jolly Joker olmadan önceki (312 Arena) halini bildiğimden mekana harcanan paranın (ki öğrendiğime göre dudak uçuklatıcı bir mebla sözkonusu, söylemiyim şimdi) hakkı verilmiş diyebilirim. J.J. Balans’dan aşina olduğum dekorasyon anlayışı (şövalye zırhları, flamalar, joker tabloları, vintage afişler vs.) burada da kendini göstermeye ve bana kendimi kaybettirmeye devam ediyor (bkz. Favorim dekorasyon parçasıyla fotoğrafım).

İlk gece seyirciyi –en azından beni- rahatsız eden en önemli iki faktör; havalandırma eksikliği ve ses sistemi problemleri, Mor ve Ötesi’nin ikinci ziyaretinde yerini ferah ve müziğin her yerden neredeyse eşit duyulabildiği gibi arkadaşlarla konuşmaya da izin veren bir ortama bırakmıştı. Jolly Joker’e üçüncü, J.J.’de Mor ve Ötesi’ne ikinci ziyaretimizde, ilkine nazaran daha mutlu ayrıldık. Harun Tekin’in bu kadar umursamaz görünürken seyirciyi de böyle avcunun içinde tutması ise ayrı bir başarı. “Rockstar” kavramının altını özenti gibi görünmeden gayet güzel doldurduğunu düşünüyorum. Şarkıların başarısı ise tartışılmaz sanıyorum, Mor ve Ötesi’nin hiçbir albümünü oturup dikkatlice dinlememiş olan ben bile o setlistte sanırım sadece bir ya da iki şarkıyı bilmiyordum.

İlla bir şeyleri eleştirmem gerekirse mekan içersindeki barların konumları mükemmel ama vestiyerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Normal biletli (bir de balkondan izleme imkanı veren VIP seçeneği mevcut ki kalabalık olacağını tahmin ettiğiniz konserlerde tercihinizi bu yönde kullanmanızı tavsiye ederim) izleyicilerin mekandan çıkarken kullandığı kapının tam dibine konuşlandırılmış vestiyer, önünde sıra bekleyenlerden ötürü vestiyerle işi olmayan izleyicilerin mekandan çıkışını yavaşlatıyor malesef. Belki bu da zamanla çözülecek problemlerden biridir deyip fazla üzerinde durmuyorum.

Konser öncesini düşündüğümde, Mor ve Ötesi’yle ilgili net bir fikrim yoktu. Yani ne çok seviyordum ne de hiç sevmiyordum ama sanıyorum geçen cuma “iyidir” dediklerim arasında yerlerini almış oldular ki bunda mekanın yarattığı ambiyansın ve başarılı işletmenin de az çok etkisi vardır sanıyorum. Ankara’ya çok ihtiyacı olan bu ‘venue’yu kazandırdığı için o gün bizzat tebrik etme şansı bulduğum mekan sahibi Hakan Polat’ı, bir kez de sizlerin huzurunda tebrik eder, başarılarının devamını dilerim. Jolly Joker Ankara’nın ömrü uzun ve istikrarlı olur inşallah. Buna da ihtiyaç var…

Fotoğraflar J.J. Ankara’nın Facebook sayfasından –23.09.11 tarihli albümden- alınmıştır. Geçen cumanın fotoğraflarını da şurada görebilirsiniz: http://www.morveotesi.com/media/foto/20111125-jolly-joker-ankara-0
Bir dahaki konsere kadar,
Zeynep T.

yazılar tasınıyor

blogun teması kimi türkçe harflere kıl olduğundan başlıkta "tasınıyor" dediğim, bildiğiniz "taşınıyor", tasınmak diye bi kelime de yok zaten. aslında benim dışımda gelişen bir durum da söz konusu değil, bizzat ben taşıyorum. 

daha önce duyurusunu yaptığım üzere geçtiğimiz kasım ayından beri buranın haricinde Ankara Events'e de bir takım yazılar yazmaktayım irili ufaklı ve ara sıra olmak üzere. adından anlaşılacağı gibi ankara'da gerçekleşen etkinlikleri irdelediğim bu yazıları buradan da yayınlamaya karar verdim zira son yazdığım yasemin mori konseri yazımın henüz yayınlanmamış olması ve söz konusu sayfada duyurulan etkinlikler azaldığı gibi twitter'dan yapılan duyuruların da eskisi kadar sık olmamasından kaynaklı, site yöneticilerinin heveslerini kaybettikleri ya da başlarına bişi geldiği gibi endişeler içersindeyim. tabii bana dönüş yapmamaları yasemin mori ile ilgili negatif yorumlarımdan da kaynaklanmış olabilir...hmm...


lakin benim ankara'da gittiğim etkinliklerle ilgili ahkam kesme arzum dizginlenemediğinden ve maazallah o site yarın öbür gün 404 erörleri filan vermeye başlarsa yazılarımın elimin altında olmasını garantilemek adına oradaki yazılarımı buradan da yayınlamaya ve hatta kapsamı genişleterek sadece ankara'da değil, çok sık olmasa da şehirdışında izlediğim etkinlikleri de buraya yazmaya karar verdim. blog benim, keyif benim, kim ne karışır.

dediğim gibi o sitenin günün birinde 404 verme riskini göz önünde bulundurduğumdan yazıların linkini filan verecek değilim, her yazının tamamını buradan tekrar yayınlayacağım. ilk etapta elbet kasım ayına geri dönmüş olacağım ama fikirlerimde bir değişiklik olmadığından amaçlarına hizmet etmeye devam edecekleri kanaatindeyim. amaç neydi derseniz, bi ihtimal gitmemiş olduğunuz yerlerle veya daha önce izlemediğiniz gruplarla, sanatçılarla, tiyatro oyunlarıyla vs. ile ilgili fikir vermektir, arz ederim.

ilk yazı bunu takiben geliyooooor.

hörmetler

z.

9 Nisan 2012 Pazartesi

library!


whenever i feel like yelling "SO, WHAT'S YOUR POINT?", 
the place turns into a friggin' library!

28 Mart 2012 Çarşamba

bir albüm kaydı macerası

Güntaç'la ne zaman tanıştığımızı ikimiz de hatırlamıyoruz, bu haftasonu bunu anladık karşılıklı teyidleşerek. ama nerden baksan temiz 5 yılımız var patronla. galiba 2007'de benim grubum onun mekanında sahne alıyordu. sanırım 2008 yazıydı, bir projesinde birlikte çalıştık (oha ama bu kadar da takribi/tahmini bi tarih anlatımı olmaz!). özet geç derseniz bunca zamandır bugünü bekliyordum derim :)

benim hukukum aşağı yukarı yukarıda anlatılan gibiyken siz Güntaç'ı muhtemelen MUCK dizisinden tanırsınız (ya da tanımazsınız), orada Salih'ti efendim kendisi. "yetenekli serseri" karakteriyle -ki orijinaline de uygundur- nice genç kızın canını yaktı, nice hanım kızımızın aklını aldı, nice koç yiğitleri yere sermediyse bile kıskançlıklarını kazandı diye biliyorum ben.

hey maşallah

gelgelelim dizi kimi sebeplerden nihayete erdi ve Güntaç, haberi olanların epeydir beklediği albüm çalışmalarına geri döndü.

geçtiğimiz haftasonu da bahsi geçen albümün back vokal kayıtları için istanbul'daydım. ne ara vardım, ne ara döndüm ben de tam anlamış değilim lakin gitmeden önceki paniğimi bir ben bilirim a dostlar. şimdi siz de bilin. cuma sabahı zaten ufak ufak dürten hastalık alametleri, akşam Güntaç'ın "yarın geliyorsun değil mi?" anafikirli telefonuyla cayır cayır tabir edilebilecek hale geldi. heyecandan oracıkta insan boyunda bir pretzel'a dönüştüm de denebilir.

şu şekil

o akşam vicks'ten breathe right'a kadar hastalığa karşı evde mevcut bütün tedbirleri alıp da yattım. sabah hala boğazım gıcıklanıyordu ve boşuna mı gidiyorum onca yolu diye düşünmeden edemiyordum (bak çok dramatik burası, ınınınıııııın). neyse ki bitkisel tedaviyle geçirdiğim hörbıl esensız yolculuk sonunda sağlığım ve beraberinde kendime güvenim yerine gelmişti (reklam cümlesi gibi). söz konusu albüme bas gitarıyla eşsiz katkılarda bulunan Cem'in adım adım -"asansörden inince karşındaki kapıyı çal, tek kapı var zaten. kim açtı o kapıyı?" gibi- tarifiyle stüdyoya geldim ve parçaların son hallerini dinlemeye koyulduk.

masanın başına oturur oturmaz ilk gördüğüm şey bu oldu
anlayan anlamıştır sanıyorum bunu

Yasin'in de stüdyoda yerini almasını takiben (trt türkçesinden örnekler) eserlere ne gibi katkılarda bulunacağım konusund......amaaan parçalara giriştik yani, öyle diyim sana ben (oh). ankara'dan istanbul'a yol boyunca yanımda gezdirdiğim endişeleri aşağı yukarı 15 dakikada eritti patronlar (birdi, iki oldular). 

Yasin Vural ya da sizin tanıdığınız adıyla VeYasin

kayıt için girdiğim stüdyoların vazgeçilmezi migren ağrısı, ilk parçanın back vokallerini halletmemle birlikte ortadan kayboldu ki bunda Güntaç & Yasin ikilisinin verdiği gazın etkisi büyük. beni öyle bir doldurdular ("şimdi wembley'deyiz ve karşında 100.000 tane biscolata erkeği var!" ve daha niceleri) ki yarın karşıma çıksanız sizi tanımam. gerçi sizi zaten tanımam muhtemelen de tanıdıklarımı da tanımam, o derece! şaka bir yana kayıt tıkır tıkır yürüdü, 4 parça diye girdik 7 parçayla çıktık ve sanıyorum -umuyorum- iki taraf da sonuçtan memnun -ben memnunum en azından, o cepte.

Güntaç "the boss" Özdemir

öyle bir gündü, öyle bir haftasonuydu ki bu, "geçen hafta" diyesim geliyordu pazar günü cumartesiyi anlatırken, bir hafta gibi geliyordu, öyle dolu geçmiş demek. yüzüldü yüzüldü kuyruğuna gelindi bu yorucu sürecin, kafalar biraz yandı belki o arada ama iyidir, meslek hastalığı gibi ama olmazsa olmuyor. güzel, değişik, alışılmadık bir iş çıkacak ortaya, bekleyin ve görün, az kaldı. gereksiz yere kasmadan, içten gelerek, hissederek söylenen şarkılar olacak albümde ve sonra da sahnelerde tabii. ben de bir parçası olduğum için gerçekten çok mutluyum. bin atlı akınlarda olmasa da çocuklar gibi şendim o gün ben. aklımda çok acaip kapılar, pencereler açıldı birden, bilmem anlıyor musunuz. seneler önce Güntaç'a verdiğim bir söz vardı, internetin dehlizlerinde kaybolup gitmiş, aradım bulamadım ama ne dediğimi hatırlıyorum: "sana ve yaptığın işe inanıyorum ve sonuna kadar yanındayım". 

biz angaralıyız gardaş, bizde yalan yok :)


until next time
z.

Güntaç ve Yasin'e not: back up!

okuyucuya not: albümün çıkmasını beklemeden bu albümden bir şarkıyı coverlamak için iznimi aldım, heyecanla bekleyiniz (hezeyanla da olur).